AYNI SUÇLAMAYI HZ. ALİ’YE YÖNELTMEK KİMSENİN AKLINDAN BİLE GEÇMEZ
Yaşamın pratik akışı içinde, insanal etkinlik açısından, oldukça işlevli olduğu için bir ilkeye çok değer veririm. Günlük yaşamımda da anlam kazanmasına çaba sarfettiğim bu ilkeye göre, “hiç kimse kendi gerçeğinden kaçamaz”, kaçmamalıdır da. Büyük toplumsal badirelerden geçen ve her bakımdan hırpalanan Kızılbaşlar, çok yakın tarihlere kadar kendi gerçeklerinden üstelikte sinikçe kaçar hale gelmişlerdi.
Ama artık, kısmen de olsa bu süreçler aşılmaya yüz tutmuştur. Kızılbaşlar toplum olarak, kendi gerçeklikleriyle yüz yüze gelmeye ve onunla yeterince olmasa da hesaplaşmaya başlamış durumdadırlar. Tıpkı Kürt sorununda olduğu gibi, genel anlamda, sağır bir suskunluk, arsız bir inkarcılık, Kızılbaş Alevi toplumu dışında olanlarda sürüyor olsa da uyanışın kazandığı bilinç derecesindeki sağlamlık, yürüyüşteki tutarlılık ve kararlılık bu sağır suskunluğu da, arsız inkarcılığı da darmadağın edebilir. Beklenti ve umut bu yöndedir.
Özellikle son on yıldır, bizzat Kızılbaş Alevilerin önüne sorun olarak koymaya ve bu gerçeklikten kaçmamalarını, hem kendileriyle hem de kendi dışındakilerle ve hem de tarihle insan gibi yüzleşmelerini ve hesaplaşmalarını söylemeye çalıştım. Ne zaman gündeme getirdiysem, her defasında, birileri alkışladıysa diğer bir kısmı, “şimdi bu da nerden çıktı” gibilerinden hep homurdandı. Gerçek anlamda toplumsal bir problem vardı bu tutumda. Hem de travmatik düzeyde ama ayağa kalkıp yüzleşmek istemiyordu hiç kimse!..Toplumsal düzeyde egemenin yaratmış olduğu “utanç duygusu” bütün adalet ve vicdan muhasebesini dumura uğratmıştı. Kendi özgün değerleriyle buluşmadıkça, kapitalist sistemin ana yatağında da bulunmaz da, Türkiye gibi kapitalizmin çarpık ve kozmopolit geliştiği bir sistem içinde ise bunu bulabilmek hiç mümkün değildir.
Sözü şuraya getirmek istiyorum;
Bölgedeki egemen dinlerin şeriatlarının öğretisine göre; Kızılbaş demek, “din de olmayandır mezhep de”, “Kızılbaşların Cem dedikleri cümbüştür!. Orada mum söndürür, horoz öttürür, oğul anasıyla, baba kızıyla seks yaparlar. Bu onlarca ibadet sayılır”, “Kızılbaşlık ensest ilişkiler yaşan topluluğun adıdır”.vs.vs. İşte egemen dinlerin bütün kadim Ortaklık Toplumları için ileri sürdükleri bu suçlamalar öylesine içselleşmiş ki, benim jenerasyonumdan bir çok Alevi bile, yakın zamana kadar “Kızılbaşlığın küfür” olduğunu belirtiyor ve kendisine “Kızılbaş” denmesini istemiyordu. Kaldı ki, Anadolulu olduktan sonra ona “Kızılbaş” değil de “Alevi” deseler ne olacaktı, “Bektaşi” deseler ne olacaktı?!. Devlet İslamı’nın şeriatınca alnına çizilmiş bu “kader” değişecek miydi?!..
Kavrayışın bu düzeyi, tarihsel asimilasyonun başarısıdır.
Bizim coğrafyamıza, birilerinin “ilk İslam” dediği Muhammed dönemindeki İslamiyet gelmedi. Gelseydi nasıl olurdu? Kuşkusuz bunu değerlendirmek gerekebilir ama ayrı bir konu. Ama bizim coğrafyamıza “devlet olmuş” bir din olarak geldi İslamiyet. İslamiyet kendisini çevreleyen dinleri, “Kitabi Dinler, Kitap dışı dinler” olarak iki kısımda ele alıyordu. Onun “Kitabi Dinler” belirlemesini aynı zamanda “Devlet” olarak anlamamız gerekiyor. “Kitabi Dinler” olarak Kur’an tarafından tanınan dinlerle ilişkiler, kademeli bağımlılık ilişkileri için de ele alınıyor, Devlet İslamının fetih politikaları, bu zeminde yürütülüyordu. Fethin temelinde ekonomik yaşamın kazanılması ve sürdürülmesi vardır. Kitabi Din/Devlet mensuplarının İslamiyeti kabul etmeleri gerekmiyor ama özellikle “haraç”, “cizye” gibi vergilendirmelerle ekonomik bağımlılıkları, kesin gerekli hale getiriliyordu. İslamın devasa ordusu ve hızlı fetih(cihad) savaşlarının dayandığı temel budur. İlahiyat bu zeminde yeniden düzenlenmiş, Cihad’ın meşruiyetini sağlayan kutsal yasalar haline getirilmişti.
Bu yazının konusu bakımından bizi ilgilendiren bir yan var burada, İslamiyet “Kitabi Dinler” olarak tanımladıklarına dereceli yaklaşımlar gösterirken, “Kitapsızlar” olarak tanımladıkları- ki bunlar, esasında, “devletsizler” ve “devlet karşıtı” olanlar anlamına geliyordu- Ortaklık Toplumları’yla sürdürdüğü ilişki tarzıdır. Devletleşmiş İslam, yukarda da belirttiğim gibi “bir ortaklık yapılanması olmaktan çıkmış” ve devlet olmuş din demektir. Politik alanın tamamıdır. Bu tarihsel evreden itibaren kendi geçmişi de dahil İslamiyet, bütün “Ortaklık Toplumları” nın amansız düşmanıdır. Kızılbaş Alevilik bu toplulukların başında geliyor. İslami Cihad’ın ise doğrudan hedefi içinde yeralıyor. Bu topluluklara karşı devlet davranışını, üstelik de Allah adına kutsuyarak öylesine bir meşruiyet alanına taşımıştır ki, adlarının geçtiği yerde akan sular durmaktadır, değil ki savunusunu yapmak.
Örneğin Cihad yasalarına göre “Ortaklık Toplumları” nın hem malları hem de canları helaldir. Hedef, mallarını yağmalamaktır ama bunun için öncelikle canlarının alınması gerekmektedir. Şeriat yasası buna müthiş bir akılla, her dönemde geçer akçe bir kılıf da getirmiştir. Cihad şeriatına göre, bu topluluklar, her türden cinsel sapık ilişkiler yaşayan, toplum ahlakını dejenere eden, Adaletin ve mülkün temellerini sarsan ilişkiler içindedirler. İslama aykırıdırlar ve İslam hükümlerine göre katilleri, “cenneti garanti” ettirecek kadar önemlidir ve gereklidir. Malları yağmalanmalıdır. Kadınları yağmalanmalıdır, çocukları yağmalanmalıdır. Dahası, top yekun katledilmeleri gerekmediği yerlerde bile bu yapılmalıdır. Devlet İslamı’nın Anadolu topraklarına gelmesinden bu tarafa, Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim ortaklık toplumu Kızılbaşların, tepesinden ne bu istek ne bu uygulama, eksik olmamıştır. (Geniş bilgi için bkz. Haşim Kutlu. Kızılbaş Kadın. Alev Yayınları. 2005/ İstanbul)
12 Eylül’cülerin ünlü Diyarbakır Askeri Cezaevi’nin, 12 Eylül’ün vicdanı niteliğini taşıyan bir ünlü komutanı vardı. Cezaevi komutanı yüzbaşı Esat Oktay Yıldıran!. Oktay Yıldır’an ünlü işkence operasyonlarını gerçekleştirdiği bir uygulamasında, yaşça cezaevi tutukluların en küçüğü sayılan bir tutukluyu, bilmem kaçıncı kez, dayakla hücreye alır. Bu öyküyü o dönem aynı cezaevinde olan her arkadaşımız bilir. Esat Oktay Yıldıran ile Kürt çocuğu bu genç tutuklu arasında ilginç bir konuşma geçer. Şöyle; genç Esat Oktay yıldıran’a , “ senin marş söyletme uygulamana katılıyorum. Her gün istiklal marşıyla beraber yetmiş beş tane marş söylüyorum. Kemalizm derslerine katılıyorum. Yemek duasına katılıyorum. Elbiseni giyiyorum. Türkçe konuşuyorum. Daha benden ne istiyorsun, İkide bir alıp alıp hücreye indiriyorsun?!” diye bir tür çıkışıyor. Esat Oktay Yıldıran olanca zalımliği ve arsızlığıyla, bütün bu sızlanmaları duymuyor ve “…..rım ulan senin istiklal marşına, anayasana, eğitimine! Hayin olacaksın oğlum hayin! “
İşte bu kadar!
Kızılbaşlar üstüne sürdürülen bütün Cihad politika ve uygulamalarının hedefi de aynıydı. “Kavvat” demişlerdi Cihad’ın uygulayıcıları, bu günün hukuk literatüründe “Kanun hükmünde Kararname” anlamına gelen fetvalarında. “Eşini başkasına sunandır” sözkonusu hukuktaki karşılığı “kavvat”ın. Bir kere hukuka böyle işlendiğinde sıra onun günlük konuşmalara indirme işine geliyordu. Medrese eğitimi, ahlak ve adalet öğretisi, Kızılbaşlar yönünden bu kerteye oturmaya başlıyordu. Egemen İslama bu bağlamda, “Ben müslümanım, hatta öz müslümanım” demeleri hiçbir anlam ifade etmiyordu bu topluluğun. Bir kere egemenliği kabul ettikleri andan itibaren, kendine ve öz geçmişine küfür edip küfür görmedikçe, yani Esat Oktay örneğinde olduğu gibi “hayin” olmadıkça, kabul edilmeleri asla mümkün olmuyordu. Bu gün günlük konuşma içinde birbirlerine karşı her öfkelendiklerinde, bizzat Kızılbaş Alevilerin de, “Ulan Kavat” diye hitabettiklerine tanık olmayan yoktur. İşte Kızılbaş Alevi düşmanlarının başarısı buradadır. Asimilasyon politika ve uygulayıcılarının, uygulamadakı başarılarının yada başarısızlıklarının ölçüsüdür bu örnek.
Oysa gerçek bir “Ortaklık Toplumu” yapılanması olan Kızılbaş Alevilikte, Özellikle etnik köken itibariyle Kürt Kızılbaşlığında “Kavval” ya da “Kavvat”, bir ustalığı ifade eden makamın adıydı. Üflemeli bir enstrüman olan kaval çalan ustalara verilen addı ve Kavvatlar, tıpkı bağlama veya tef ustaları gibi Cem Meydanları’nın ayrılmaz parçalarıydılar ve Kızılbaş deyimi ile makam sahibiydiler. Kuşkusuz suçlamanın başladığı tarihsel kesitte onlar Kürt oldukları için böyle suçlanmıyor, Kürt oldukları için de katledilmiyorlardı. Bizzat günün nitelemesiyle Kızılbaş oldukları için, ortaklıktan vazgeçmedikleri için bu hakarete uğruyorlardı. Topluluk “ana-bacı bilmeyenler topluluğu” olunca onun önderleri haydi haydiye böyle olacaktı. Kavvatların belden aşağılaştırılmasının erkekçe öyküsü böyle başladı.
Kızılbaş Alevi Kadın’da yer verdiğim ve adına “inkar belgeleri” dediğim bir belgede Ana-bacı bilmeyenler” diye tanımlananlar için şunlar söyleniyordu: “ Söylentiye göre onların bir gecesi vardı. O gecede kadınlarla erkekleri bir araya toplarlar. Kandil ve mum söndürülür söndürülmez, erkekler kadınları yağmalar. Herkes bir kadına atılır ve yakalar. Kim, bir kadını yakalarsa, artık av olarak ona helal sayılır. Cuma geceleri toplanan erkeklere kadınlar gönderilir, oğul anasını, kardeş bacısını yakalayıp onunla hemhal olurdu. Mum söndü yaparlar, kadın ve erkekler birbirine karışırlardı. Bunlara göre kardeş kardeşinden karısını saklamamalıydı.”(bkz. Haşım Kutlu. Kızılbaş Kadın. Shf.36. Alev yay. 2005 İstanbul)
Köxüz okurları özellikle de PKK.ye yönelik provakatif yazılarıyla bildikleri ama değişik adlarla yazı yazanlardan biri olarak Haşim Akman’ı çıkarmakta güçlük çekmeyeceklerdir. PKK.nin Kürt aydınlarından bir kısmına “vur emri “ verdiği haberinin örgütçülerinden. Akşam Gazetesi ona Alevilerle ilgili bir inceleme- haber yazısı yazdırdı. Yazı, hem Alevi Hareketinin iç tartışmalarına hemde Avrupa Birliği “azınlık Hakları” bağlamına denk getiriliyordu. “Gerçeğini ve Geleceğini Arayan Alevilik” başlığını taşıyan yazının girişinde bu zaüt şöyle bir değerlendirme yapıyor ve yukardaki örnekler bağlamında egemen aklı dışa vuruyordu. Hemde oldukça ilginç bir noktadan.
“Geride bıraktığımız 25-30 yıllık geçmişe baktığımız zaman” diyor bu zatı muhterem, “Alevi-Sünni gerginliğinin, Türkiye’nin en sıcak ve en sancılı sorunu olduğu kuşku götürmez. Teolojik ve tarihsel sebepleri çok daha derinlere gitmekle birlikte, (buraya dikkat lutfen) Aleviliği Komünizmle bir tutup’Onlar mum söndü yapar. Karanlıkta da ana bacı fark etmez’ türünden kaba algılamalar artık geride kaldı.” Akşam Gazetesi. 23 Haziran 2005)
Hem Komünistler yönünden hem de Kızılbaşlar yönünden bu söz kaynadı gitti. Benim dışımda kimseden bu zata tepki gelmedi!.. Bir kere egemen zihniyet, topluluğun “küfür topluluğu” olduğu noktasına oturtulunca, onun önderleri, eğiticileri, yöneticileri elbetteki haydi haydiye “küfür ehli” olacaktı!. Örnek olsun, günün günlük konuşma dilinde, biri eğer bir diğer insanı aşağılayacak ve ona özellikle ahlaki yönden, özellikle de iki bacak arasına indirilmiş namus anlayışı yönünden hakaret edecekse, ona “ulan deyyus” diye hitabettiğine, tıpkı “Kavat” sözü gibi tanık olmayan yoktur. Herkes söyler bunu. Devrimcisinden de duyarsınız, Müslümanından da. Bu gün, Cihad politikalarının çarkları arasında üğütülmüş olan Alevilerinden de. İlginçtir, bu söz adeta bir sağ töre örneğidir, sorulmaz, arkası araştırılmaz, kime, niçin söylenmiş kimseyi ilgilendirmez ama peynir ekmek gibi kullanılır. “Deyyus” sözcüğü, “Dai-(ya da)-Dayi” sözcüğünün bozulmuş halidir. Dailik ise Yol içinde Pirlik makamıdır. “Deyyus” derken, söyleyenler, karşılarındakine, “eşini başkalarına peşkeş çeken” anlamında kullanmaktadırlar. Kolayca anlaşılacağı gibi “Kızılbaşlık” tamda böyle tanılanmaktadır hem İslamın egemenlerince hem de Hristiyanlığın egemenlerince.
Aşkı ve sevgiyi, uçkurlarıyla malul kafaların yüklediği anlamla düşünmek ve dillendirmek sözkonusu olduğunda, aşka ve sevgiye dair söylenebilecek hiçbir şey kalmaz, insanal ilişkinin tamamı uçkurlaşır!. Şeyhülislam Ebussuud Efendi yakın tarihin, kendi deyimiyle “dinin-in büyüğü-dür”. Konu yönünden Kızılbaş Alevilere verdiği “Katletme” fermanlarını öylesine detaylandırmıştır ki, günün Alevilerinin bile, aynı düzlemde kendilerini bilinçsizce bulmalarını, bir yönüyle yadırgamak mümkün değildir. Fetvalarının bir yerinde tıpkı güncel torunu Esat Oktay Yıldıran gibi “bunlar” diyor “tövbe etseler bile inanılmamalıdır. Her halükarda katledilmeleri dinen zorunludur”…
Gerilere gidildikçe her yol evladı, yol kadeşini selamlarken ona “Aşk ile” diye hitabeder. Ebussud efendi Kızılbaşlar yönünden hiçbir işi şansa bırakmamış, Fermanlarından birinde sormuştur; “eğer biri bir başka sına “aşk ile “ diye hitabediyorsa buna ne yapılmalıdır? Sorusuna kendisi cevap veriyor; “El Cevap, bunlarda Kızılbaş kafirlerdendir katledilmelidirler”.
Keza aynı bağlamda Kızılbaş Alevilikte yol kardeşliğinin süreğinde, “Dost” ve “Dostluk”, kuşkusuz çok büyük anlam ifade ettiği gibi Aşıklık geleneğinin felsefi içeriğinde felsefi ve ilahi anlamları da içerir. Bir kere yola ve süreğe ilişkin bozma ve bozulma başlamıştır, İçinden geçmekte olduğumuz sürecin, içeriği en boşaltılmış sözcüğüdür. “Dost” yada “Dost tutmak” sözcüğüyle karşılamaktadırlar, sapına dek erkekleşmiş yaşam tarzının ilişkilerinde bu kavramları. Belki Kızılbaşlık şahsında tezahür etmekte ama aslında kadın cinsi yağmalanmaktadır bu bütün erkekçe beceriksizliğin öykülerinde. “Ma- Ama” dünkü Anadolu’nun kutsal kadın atalarının, Ana tanrıçalarının adıydılar. Batıya akıp giden “Mater” sözcüğü buradan türetildi ve öpöz Anadoluluydu. “Meteres=Mataras” ise Mater’in çoğuluydu. “Analar”demekti ya da “Tanrıçalar”. Tıpkı “Dost” kavramı gibi Erkeğin erkekleşmesiyle birlikte belden aşağıya havale edildi aşağılandı. Metres sözcüğünün bu gün taşıdığı anlamı bilmeyen olmasa gerek..
Ebussud Efendi, Emevilerle başlayan fetihçi İslam egemenliğinin, Osmanlı süreğindeki örneğidir ve Kızılbaşlık açısından değişmeyen egemenliğin süreğindeki köprü başıdır. O bunca fetvayı, işi şansa bırakmamak açısından ifade etmiştir ama zaten verdiği fetvaların ana maddesinde; “Kızılbaş topluluğun dine göre topluca öldürülmesi helal midir? Bunları öldürenler Gazi, bu öldürme sırasında ölenler de şehit olur mu?” diye soran Ebussuud Efendi, kendi sorusunun cevabını da şöyle vermiştir; “El Cevap: Kızılbaşların öldürülmeleri elbette dinimize göre helaldir. Bu, en büyük kutsal savaştır… Bu yolda ölmek de şehitliğin en ulusudur”..(Bkz. Haşim Kutlu. Alawiydiler Hem de Kızılbaş. Avrupa Baskısı. Kızılbaş Alevi Kadın-Alev yayınları)
Ebussud Efendi, Yavuz Sultan Selim döneminin de Şeyhül İslamı’dır ve Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile yaptığı ünlü Çaldıran Savaşı’nın öngününde, Anadolu ve Kürdistan’daki Kızılbaşların “temizlenip” cephe gerisinin sağlama alınması amacıyla verilmiştir. İstanbul’dan Çaldıran Ovasına dek, bir baştan bir başa bütün Anadoluda Kızılbaş kıyımı gerçekleştirilmiştir ama bu kıyımın sayısı, hiç bir kayıtta bulunmamaktadır. 80 Bin olarak belirtilen katliam sayısı, savaş meydanına aittir.
Sonuç olarak, kuşkusuz, Kızılbaş Alevilerden kim ne zaman sözetse akla ilk gelen kadınıdır. Dostu açısından da düşmanı açısından da bu gerçek, değimemektedir. Yukarıda vermiş olduğum kimi örnekler ise bu yönden ileri sürülmüş çarpıcı olan hatta sivri olan örneklerden birkaçıdır sadece.
Kim olursa olsun, kişinin özellikle böylesi durumlar karşısında “neden” diye soracak her hangi bir sorusu yoksa, cevabı da olmayacaktır. Bu gün, sebep her ne olursa olsun, Alevilerin önemli bir bölümü, kendilerini “Öz Müslüman” olarak görmektedir. Bu bağlamda başlarının da İmam Ali’ye bağlı olduğunu ifade etmektedirler.
Hiçbir Müslüman, Hz. Ali için yukardaki Kızılbaşlara yönelik suçlamalardan hiç birini akıllarından dahi geçirmezler. İster onu sevsinler isterse sevmesinler. Bu noktayı “Hak Muhammed Ali” diyen hiçbir Alevi Piri de düşünmez, Alevi de!. Kolayca Aleviye “Ana-bacı bilmeyenler topluluğu“ diyen, Yolun büyüğü Ali’sine neden aynı şeyi demiyor, diyemiyor?!..,
Sözü şimdilik burada bitiriyorum ama yazıya nokta koymuyorum.
Kızılbaş Meydanı – Haşim Kutlu
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Yorum yapmak için yorum gönder butonuna tıklayın. Yorumlar kısa süre içinde görünecektir.