Demokratik-politik bir hareket olarak Alevi Hareketi, başından beri, yukardan müdahaleci ve yönlendirmeci yaklaşımlar nedeniyle, bir türlü kendisini bulabilmiş ve yürüyüş tarzını kendi ölçülerine göre belirleyebilmiş bir hareket olamadı. Müdahalenin en kadük edici tarafı ise devletten gelen müdahale olmuştur ve bu müdahale tarzı, bir çok biçim ve yollarla sürüp gitmektedir. Hal böyle olunca da kendisi için var olması ve kendisine dair tarihten gelen haksızlıkların, adaletsizliklerin bir biçimde giderilmesi yönündeki mücadelesi, bir türlü olması gereken zeminlere taşınamamaktadır. Alevi hareketi demokrasi noktasında ne kendisini ne de kendi dışındaki demokrasi güçlerini doğru algılayabilmiş değildir. Çünkü, kendisi için tarih sahnesine yeniden çıkışının öngününde, birden bire herkes Alevi’ye öğretmen olmaya kalkışmıştır.
Sağ cenah zaten Alevilik noktasında, özellikle Kızılbaş Alevilik noktasında, başından beri inkarcı ve düşman bir zemindedir ama sol cenahında vicdanı pek parlak değildir. Denilebilirse, güdülen politikaların ve yaklaşımların ta kökenindeki sakatlıklar nedeniyle Alevilik, başından beri küçümsenen, küçümsendiği ölçekte de yok sayılan bir toplumsal kategori olarak görüle gelmiştir. Çünkü, ister kendini “demokratik” isterse “ sosyalist” sol saysın, başından beri doğru bir din teorisine dolayısıyla da politikasına sahip olmamıştır. Onun anti dinci olarak tanımlanabilecek tavrı ve politikası, Türkiye gerçeğinde, Alevilerin kendi tarihsel zeminlerini terk etmelerine hizmet etmiş ama egemen dinin(devletin) kitle tabanını genişletmiştir. Bu gün olsun, bu basit ama kör parmağım kör gözüne örneği, herkesin gözüne batırmağa devam ettiği halde görememektedir.
Örnek olsun, 1970′li yıllara dek Adana özgülünde Çukurova insanı(yerli Çukurovalı), amiyane ama o gun için geçerli adlandırmayla “Allahsızlığı” ile ünlüydü.!.. 12 Eylülcüler “Allah’a küfretmek suçtur” diyerek TCY.sına ceza maddesi koyuncaya dek de öylece sürüp gitmişti. Şimdi Adana tepeden tırnağa “ erkek” tepeden tırnağa “Allah” a kesmiştir ama benim vereceğim örnek Adana değil Ceyhan’dır. Ceyhan, 1970’li yılların başında bu satırların yazarının devrimci çalışma yaptığı yerlerin başında geliyordu ve Cezaevine düştüğü 1974 yılının Kasım ayında, Ceyhan’da sadece üç tane cami vardı. En eskisi, 150 yıl önce, en yenisi ise 195o’de yapılmış, 24 yıllık idi. 1974 tarihi itibariyle 25 bin nüfusu olan Ceyhan ilçesine üç adet cami. Ben 1990 sonunda cezaevinden çıktım. İlk uğradığım şehir Ceyhan’dı. Ceyhan 17 yılda 35 binlik bir ilçe olmuştu. 1974 yılına göre nüfusu on bin artmıştı. Ama, 17 yıl sonra 35 binlik Ceyhan ilçesinin her sokağında bir cami vardı ve 17 yıl önce bütün Aleviler, birkaç istisna yeri saymazsak, Cem Meydanlarını çoktan terk etmiş Dede ya da Pirlerini kovalamışlardı!. Kendi öz evlatlarının elleriyle bunu becermişlerdi ama 17 yıl sonra, bizzat Ceyhan’da bile Aleviler, açabilecekleri bir Cem Evi arıyorlardı ve açsalar bile bunu nasıl ve ne şekilde yürütmeleri gerektiğini bilemez durumdaydılar.
Ümmet dinin kurumlarından biri olan Camilerin, üstelik de Alevilerin paralarıyla, başını bağrını alıp bunca büyümesi karşısında, eli kolu bağlı olan genel olarak sol hareket, ne ümmet dinden ne de millet dinden tarihi boyunca olmamış bu topluluğun, 1990 lı yıllarda giderek daha yoğunlaşan hak arayışını küçümsemekle, hatta aşağılamakla meşguldü. Alevilerin dincileşmesinden, gericileşmesinden şikayetle meşguldü!..
Bir çok nedenle daha 1980′li yılların başından beri, devletin müdahaleci yaklaşımlarını artırması ve Alevi içinde özellikle Sola karşı anti propagandasının giderek yoğunlaştırması karşısında, giderek yalnızlaşmaya başladığını, ayağının altından kitle olarak Alevi gerçekliğinin kaymakta olduğunu gördükçe, öncelikle utangaç bir şekilde ama onu anlama ve onun kendisi için tarih sahnesine çıkmasına yardımcı olma şeklinde değil, yine faydacı bir şekilde, müdahale yaklaşımları sergilemişlerdir ve bu devam ediyor. Kendi, din ve ulus konularındaki teorik yaklaşım ve politik tutumlarını gözden geçirip kendi önlerini aydınlatacaklarına, mevcut burjuva liberal ufkun dar sınırları içindeki yaklaşımlarını sürdürmekle kalmıyor, müdahalecilikleri bağlamında bunu Alevi hareketinin içine de taşıyorlar.
Kuşkusuz bu yazıda konunun bu tarafını deşelemek ve yazıyı böyle bir zemine oturtmak niyetinde değilim. Ama Alevilerin yaşadığı ölçüsüzlüklerden söz edeceğim yerde, dışarıdan müdahalelerin Alevi Hareketi’nin ölçüsüzleşmesindeki katkısından söz etmeden de geçilmesi mümkün değildi, bu nedenle de değinme gereği duydum. Özellikle 1984 yılında o zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın Gölbaşında, kimi Alevi kökenli Pirsoylu, yazar ve çizerleriyle yaptığı “Gizli Alevilik Toplantısı”ndan bu yana devletin, Alevi hareketine müdahalesi eksik olmadı. Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı, devletin bu toplantısında karar verilmiş bir çalışma ürünü olarak güne taşınıp geldi. Bunlar görünen faaliyetlerdi ama bir de bağımsız gibi görünen Alevi hareketleri içine sızma onları yukardan ele geçirip yönlendirme gibi faaliyetleri var ki, işte bunun ayrımlanması ancak genel olarak Alevi insanının kendisi için var olmasına, kendisini doğru şekilde tanıyıp tanımlamasına bağlıdır. Bu güne dek emekliyor hep ve kendisini doğru tarzda tanımlama sıkıntısını yaşıyor. Kendisini ister “demokratik” olarak adlandırsın isterse “sosyalist”, genel olarak solun müdahaleciliğinin yanlışlığını, yanlışın kaynağında doğru bir din teorisine sahip olmamalarının yattığını, ama bunun alevi özgülünde çok daha tahripkar bir özellik gösterdiğini bu nedenle belirtmek istedim.
Geçiyorum ve sözü son derece önemli bir Kızılbaş özelliğine getirmek istiyorum.
Öyle ki, sağlı ve sollu müdahalelerin en yoğun yaşandığı 90’lı yılların ortalarında, özellikle de yaşanan iki olay nedeniyle; önce Sivas sonra da Gazi katliamları nedeniyle, konuyu gündeme taşıdığımda, kendi gerçeğinden ilkin Kızılbaş Alevi ürktü!. Aynı özellik, o olaylarda da dillendirildiği, hatta o olaylara giden yollar, kimsenin dikkatini çekmese de, Kızılbaşlığın bu özelliğine yönelik küfür, inkar ve saldırı taşlarıyla örüldüğü halde, kendi gerçeğinden sinikçe kaçma yolunu aradı. En önce de kendi aydını, kendisini “Alevi önde geleni” diye tanımlananlar aradı. Kendi gerçekliklerini olduğu gibi görüp, tanıyıp, tanıtacaklarına, Müslümanlık da değil “öz Müslümanlık” yarışına girdiler. Sinikçe kaçışın kendi payıma üstüne üstüne gittiğimde de, “şimdi bu da nerden çıktı” kabilinden bir çok panel, söyleşi ve Meydan sohbetlerimde karşı çıkışlar yapıldı.
Düne göre bu konuda, bir hayli yol alınsa da ve artık Kızılbaşlık giderek gurur vesilesi olmaya başlasa da, onun söz konusu ettiğim yanına ilişkin yaklaşımlarda, aynı ürküntü ve ölçüsüzlük devam etmektedir. Oysa, gündeme getirmeğe çalıştığım özellik, onun varlık yokluk nedeni olan özellikti ve ister direk ona karşı olsun, isterse dolaylı bütün katliam, kırım, sürgün ve bastırma hareketlerinde, hep önüne konulan ve Kızılbaş Alevi’ye karşı sürdürülen, her türlü pisliğin meşruluğunu sağlayan özellikti. Tarih boyunca hakkında verilmiş ister kilise ister cami ister havra fark etmez, cümle “ümmet din” fetvalarının ve bu topluluk üzerine yürütülen Cihadın görünürdeki temel nedeni olmuştur.
Tarihi otantik yapısı itibariyle, Kızılbaş Aleviliğin toplumsal yapılanmasında, kendisine başat bir yer verilen Kızılbaş kadından söz ediyorum. Bu gün bile dostunun da düşmanının da Kızılbaş denildiğinde, ilk aklına gelendir ve açık etse de düşüncelerini etmese de, Kızılbaşlığı, kadınıyla anmakta ya da tanımlamaktadır.
Bu gün dünden farklı olarak Alevilik üstüne yüzlerce kitap yazıldı. Alevi olan da yazdı olmayan da. Ona İslam’dır, “Ali-Evi’ndendir” diyen de yazdı, değildir diyende. Ama kim ki onun toplumsal özelliğinden, cinsler arası ilişkileri ele alışından söz etse; konunun esasına yaklaşabilen yazar ya da araştırmacı sayısı, bir elin parmakları sayısından az oldu. Erkek egemen zihniyetin Türkiye gerçeğinde gerçekleşme biçiminin, en liberal, demokrat, aydın geçinenlerinin bile dilinin arkasına gizlediği gerçek olmaktan kurtulamadı, ne Kızılbaşlık ne de Kızılbaş kadın!. Nisyan ile malul hafızaları için belirtmek istiyorum, kimilerinde ise hiç olmadık zamanda adeta güdüsel olarak, bilinç altı “ Kızılbaş gibi mi” şeklinde kendini açığa bile vurmaktadır. Gazi Katliamından çok kısa bir süre önce Star TV.de şovmen Güner Ümit, bir liberal demokrat (ya da ben öyle sanıyorum) olarak aynı güdünün dışa vurmasının kurbanı olmuştu!..
Kızılbaşlık, bırakınız batılı geçinen bir doğu ülkesi ve tabi ki hem “ümmet dinin hem de millet dinin” devlet olarak şekil aldığı bir ülkeyi, doğrudan batı ülkelerinin Türkçe-Almanca veya Türkçe-Fransızca gibi sözlük kitaplarında bile kadınıyla tanımlanmakta, ensest ilişkileri yaşayan sapkın bir inanç olarak tanımlanmaktadır. Demokrasi ve özgürlükler noktasında, kısmen doğrultu tutturmağa çalışan resmiyet dışı Alevi hareketi, örneğin “Madımak Müze olsun” kampanyası gibi politik anlamda çokta fazla kazanım getirmeyecek olan bir kısım kampanyaları önüne koymaktadır. Ama en can alıcı noktalarda ise sinikçe kendi gerçekliğinden kaçmaktadır. kaçmaktadır, çünkü, söz konusu Alevi hareketine yön veren ve ona önderlik etmeye çalışan zihniyetlerin gövdeleri Alevi Meydanındadır!.
Oysa Kızılbaş Alevilik, bu gün eğer gerçekten kendisi olacak ve demokrasi ve özgürlükler Meydanında kendi yerini alacaksa, şu en kadim gerçekliğinden kaçma eğilimini terk etmek, ona sahiplenerek ve hem kendisiyle, hem de bir tekmil devlet katlarıyla hem de kendi karşıtlarıyla doğru dürüst hesaplaşmasını bilmek zorundadır.
Kadın-erkek ilişkilerinde her ne zaman açıktan suçlansa, küplere binmekte ama öfkesini, kendisini bu yönden aşağılayanların kimliğiyle tanımlayarak, örneğin nasıl da Müslüman olduğunu, hatta “öz Müslüman” olduğunu belirterek ve niçin kendisine böyle bir iftira yapıldığını ileri sürerek, bir tür rekabetçi üslupla dışa vurmaktadır. Böylece de hem kendisini hem de soyunu, süreğini koruduğunu sanmaktadır. Oysa, tam tersine, bu gün otantik yapısını darmadağın etmiş, bünyesindeki kadın öndeliğini ve önceliğini çoktan yitirdiği gibi, “ eş ve eşit olma” erkanından uzakta yaşıyor olmasına karşın, erkek egemen olduktan sonra fark etmez, hem ümmet dinden hem millet dinden farklı olan yapısını görüp, demokrasilerdeki özgürlük alanını genişletme kavgası vereceğine, nasılda “öz Müslüman” ve nasıl da “öz Türk” olduğunun yarışına giriyor!.
Yukarda da belirttiğim gibi kendilerini ister “demokratik” isterse “ sosyalist” olarak tanımlasınlar, Türkiye gerçeğindeki bir tekmil sol hareketinin de vicdanı, bu noktada temiz değildir. Sorunu, kuşkusuz ahlaki bir sorun olarak görmüyorum ama her ideolojik-politik etkinliğin bir de ahlaki boyutu vardır ve olmak durumundadır da. Bu anlamda vicdanı temiz değildir. Tarih boyunca kutsal bildiği, önde ve öncelikli gördüğü kadınının aşağılanmasıyla vurulan Kızılbaş Aleviliğin, kendisi gibi bu özelliği de görülmemiştir. Çok eskilere gitmeğe gerek yok, Maraş katliamında, kırmızı çapraz işaretle damgalanan Kızılbaş haneleri, ilkin kızları ve kadınlarından hareketle yağmalandı. Zeytinlik denilen yerde toplanılanlar, gencecik Kızılbaş kızları ve kadınlarıydı.
Çocukluğumdan beri Alevi olmayan kesimlerden Alevi olanlara yönelik dinlediğim binlerce kadın içerikli hikaye vardır. Bu hikayelerden birine göre, yoldan geçen herhangi biri rast gele bir Kızılbaş evine girer, şapkasını o evin kapısına asar, sonra evdeki Kızılbaş hanımla birlikte olur. Eğer dışarıdan eşi gelirde kapıdaki şapkayı görürse içeri girmez!.. Bir Kızılbaş çocuğu olarak ben bu hikayelerin baskısı altında büyüdüm. Oysa aynı hikaye İran Selçukluları döneminde de, ondan önce de ve onlardan sonra da hep anlatıldı. Selçuklunun Baş Sadrazamı Nizamülmülk, Siyasetname adlı kitabında, Kızılbaş Ata kabul edilen Hürremetdinileri şöyle tanımlıyordu:
“Mazdek dinin kaidesince, bir adamın evine yirmi kişi misafir olsa ekmeğini, yemeğini, şarabını, çalgısını hazırlar, yiyip içerler ve kalkıp teker teker karısına sahip olurlar, onlarca bu ayıp sayılmazdı. Burada diğer bir adet, eğer bir adam bir eve gidip evin kadınıyla uyuşursa, külahını kapıya asar ve içeri girerdi. Evin erkeği gelip kapıda külahı görünce evinde bir erkeğin meşgul olduğunu anlar, iş bitinceye kadar eve girmezdi..”( Geniş bilgi için bkz. Haşim Kutlu. Kızılbaş Kadın. Alev.yay)
Maraş Katliamı’nda yer alan yoksul Bertiz köylüleri Kızılbaş hanelerinin öncelikle kadın konusunda yağmalanmasına katılırken, -kuşkusuz paramiliter katiller de öyle- yüzlerce kez bu ve buna benzer öykülerle dolduruldular. Ne ilginç aynı topluluk Ermeni tehcirinde de kullanılmıştı. Maraşlı Ermenilerin mal ve kadınlarını yağmalarken, “Gavurun malı ve canı helaldir” şeklindeki Cihat hukukuna sığınmışlardı. Oysa Kızılbaşlar “Gavur” bile değillerdi. Çünkü, Kızılbaş’a ilişkin Cihat hukukunda; “Bir Kızılbaş’ı öldürmek yüz gavur öldürmekten” daha kutsal sayılıyordu.
Kızılbaş Alevinin toplumsal hafızası bu noktalarda kördür sağırdır. Oturmasınlar yatmasınlar kargaşa çıkarsınlar demiyorum kuşkusuz. Ama Türkiye gerçeğinde top yekun bir zihniyet değişecekse, ancak yönetilenlerin kendi gerçeklikleriyle doğru tarzda hesaplaşmalarıyla mümkün olur. Yöneteni değişmeye zorlamanın en temel yoludur bu. Yöneten ve yönetilen ilişkisinde yönetilen, hep yöneticiyi onaylayan bir konumda kalırsa, kazanacağı ve değiştireceği bir şey yoktur. O zaman birinci olarak Alevi susmamalıdır. Öncelikle böylesi bir temel konuda. Kendisini çırılçıplak görmeli ve toplumun bütün kesimlerine dayatmalıdır.Ama ne görüyor bu günkü haliyle ne de dayatma niyeti var!. Alevi suskundur. Her gün her vesileyle o manevi olarak kadınını necm ettiriyor ama susuyor!..
Ve tabi ki demokratı ve sosyalistiyle bir tekmil devrimci demokrasi güçleri de susuyor. Tarihsel olarak Kızılbaşlara toplumun diğer bütün kesimlerinin en azından bir özür borçlu olduğunu dillendirmiyor.Bu nedenle, gerek ümmet dinin gerekse millet dinin taliplerinin “hassasiyetlerine” yukardan aşağıya herkes dikkat ediyor ama Kızılbaş haneler, her gün her vesileyle delik deşik ediliyormuş kimsenin umurunda olmuyor!
Türkiye’de özellikle geri Kürt köylerinde, töre cinayetleri olarak kamuya mal olan cinayetlerin her ortaya çıkışında, her kesim kendi meşrebince konu ediniyor bu sorunu. Kadın hareketleri günlerce kampanyalar yürütüyorlar. İyi de yapıyorlar ama aynı kadın hareketleri Kızılbaş kadınların tarih boyunca talan ediliyor olmalarını görmüyor. Susuyor, böyle bir şey aklına dahi gelmiyor. Oysa bu günkü töre cinayetlerine giden yollar, Kızılbaş kadının talanıyla döşenmişti.
devam edecek…
Kızılbaş Meydanı
Haşim Kutlu
Hiç yorum yok :
Yorum Gönder
Yorum yapmak için yorum gönder butonuna tıklayın. Yorumlar kısa süre içinde görünecektir.